Günlerden Pazartesi. Haftanın ilk ve en sevdiğim günü. “Din dan don!” Zil çalıyor; eşim gelmiş olmalı. Kapıya koştum ve kapıyı açtım; yüreğimi açtım bugünüme, yarınıma…
“Hoş geldin.” Eşimin yüzünde tuhaf bir gülümseme. “Hoş bulduk,” demedi bile. Zorlamıyorum. Az sonra anlatır nasıl olsa…
Eşofmanlarını giyen eşim zoraki gülümseyerek bana geliyor. “Canım gel seninle bir şey konuşmalıyım.” Merakla başımı sallıyorum. “Bugün patron çağırdı. Bir aylığına denetleme işi için Rusya’ya gitmem gerekiyormuş.” Eşim çalıştığı şirkette inşaat mühendisi. Patronu bu iş için onu seçmiş anlaşılan.
“Ben de seninle gelirim!” Elleri titreyerek çenemi tutuyor:
“Patrona eşim de benimle gelemez mi dedim. Maalesef gideceğim yerin bir kadın için güvenli olmadığı cevabını verdi.”
Başımı sevdiğim adamın kalbinin üstüne koyuyorum. Kalbinin hızlı atışlarından onun için de bu ayrılığın ne denli zor olduğunu hissediyorum.
Birkaç gün sonra havaalanındayız. Annem, babam ve ben, eşimi yolcu ediyoruz. Eşimi yolcu edip annemlere geldiğimde annemlerin benim kalmam için ayırdıkları odaya giriyorum. İnzivaya çekilmiş bir derviş gibi bir odada yapayalnızım. Kimsem yok. Sırdaşım, can yoldaşım, aynı şeylere gülüp, ağladığım, yüreğimin en karanlık köşelerini aydınlatanım yok. Eş ne kadar büyük bir zenginlikmiş meğer bir kadın için. Allah’ım sana sığınıyorum. Ayrılığı bana kolay eyle; zahmetli eyleme!
Ben bu hislerle iki büklümken anneciğimin mutfaktan çağrı sesi geliyor: “Kızım, mutfağa gel. Bak en sevdiğin çorbayı yaptım.”
Mis gibi tarhana kokusu bana acıktığımı hissettiriyor. Tarhana yüreğimi yumuşatır benim. Ne zaman bir sıkıntı, bir tatsızlık yaşasam annem o mis kokulu tarhanasını pişirir yanaklarıma renk, yüreğime esenlik gelsin diye.
Bazı günler annemle sahilde yürüyüş yapıyoruz. Denizin hafif dalgalarına bırakıyorum kederlerimi. Güneşin batışına yakın gökyüzünün pembeleşen renginden damlatıyorum yanaklarıma. Kayalıklara girip çıkmaya bayılan kedileri okşayıp onlara akıtıyorum elimden akan hasreti. Yürüyüşten dönüşte annemin omuzlarıma sardığı şal yetmiyor da güneş son ışıklarıyla ısıtmaya çalışıyor ellerimi ve kalbimi…
Bazen eski dostlara çaya götürüyor annem beni. “Eşinin gelmesine kaç gün kaldı,” gibi sorular rahatsız ediyor beni nedense. Anlatamıyorum. Eşim olsa gözlerime baktığı gibi anlardı neyden hoşlanırım, neyden sıkılırım. Eşim olsa…
Yapmayı en çok sevdiğim iş gün batımını izlerken odamın penceresinden “hasbinallah ve nimel vekil,” demek. “Allah bana yeter. O ne güzel vekildir.”
Böylece günler geçiyor. Bir ayın dolmasına sayılı günler var. Eşimle telefonda konuşuyorum:
“Hangi güne alacaksın biletini.”
Eşim derin bir iç geçiriyor sanki. İçimde bir korku birikmeye başlıyor.
“Canım burada işler biraz uzadı maalesef.”
“Nasıl olur? Hani bir aylıktı?”
Cevap yok.
“Yerine başkasını bulsunlar. Sen gel yeter ki.”
“Şirkette bu işten sorumlu olan benim.”
“Ben de geleyim yanına.”
“Olmaz. Burası senin için hiç güvenli değil.”
Daha fazla konuşmak istemediğim için görüşmeyi sonlandırıyorum. Bazen soru sormak, alternatif üretmek, itiraz etmek fayda vermiyor. Başımıza gelecek bir şeyi Allah takdir etmişe hiçbir şey bu takdirin önüne geçemiyor.
Planladıklarım, hayalini kurduklarım gözüme anlamsız geliyor. Kendimi kandırılmış bir çocuk gibi hissediyorum. Annemlerdeyim oysa. Sağlığım yerinde, hasretimi paylaşan en güzel iki insanla beraberim: Annem ve babam. O halde bu kalp ağrısı da neden. Bu denli yürek sancısı olur mu hiç.!
Sancı çekiyorum Allah’ım. Sen bağırttırma. Yalnızlık sancısı zor oluyormuş meğer. Kimse anlamasın, tanıklık etmesin diye sancıyı içten içe yaşayıp etrafına tebessüm saçmak insanın ağırına gidiyormuş.
Sancılarımın kolay geçmesi için kurslara gidiyorum. Yemek kursu, diksiyon kursu derken birkaç ay daha geçiyor ve kış gelip çatıyor. Kurslar da içimdeki sancımı hafifletemıyor.
Bir öğlen vakti mahallemizin camisinin önünden geçerken kıymetli bir arkadaşım koluma dokunuyor. Yalnızlığıma dokunuyor sanki. Bir ah çekiyorum.
“Korkma kız. Bak cami başladı. Benim gibi gençler de çok. Sen de gelsene. İyi gelir.”
Yaşadığım kederleri bilmeden kolumdan tutup camiye çağırması Rabbimin bir lütfu olsa gerek. Başımı sallayarak arkadaşımla camiye giriyorum. Cami sayılmaz aslında. Caminin hemen yanına yapılmış bir okuma salonu. İçinde her yaştan kadın var. Yedisinden yetmişine derler ya. Otuzundan seksenine diye değiştireyim ben.
Hafta içi her gün camiye geliyorum artık. Camideki hocamıza ve cami arkadaşlarıma tek tek bakıyorum her gün. Uzun zamandır üşümüş olan yüreğim ısınıyor; sımsıcak oluyor bu güzel simaları görünce.
Hocamız haftada bir gün Peygamberimizi anlatıyor bize. O (s.a.s.) da çok sıkıntı çekmiş. Ama insanın çektiği her sıkıntı insanı Hakka ulaştıran bir merdivenin basamakları gibiymiş. Hakka ulaştıran merdivenleri birer birer çıkıyorum her gün.
Cumaları Kur’an okuyoruz camimizde. Akabinde çay içiyor, yapıp camiye getirdiğimiz kek, börek, poğaçaları yiyoruz.
Hafta sonlarımı camide verilen ödevlere ayırıyorum bundan böyle. Hocaya vereceğim ezber sure ve dualara çalışıyorum. Allah dostlarının yaşamlarını anlatan kitaplarla ışık tutuyorum hayatıma.
Eşim bendeki bu gelişmelerden memnun. “Sen iyi olunca burada zaman daha kolay geçiyor,” diyor. Seviniyorum. Cami, camideki dostlarım, ezberini yaptığım sureler, hocamızın örnek olarak anlattığı gönül insanları yüreğimdeki sancıyı bitiremese de oldukça hafifletiyor.
İnsan “neden ben”, “niye böyle oldu” gibi itirazları bırakıp Rabbine yöneldi mi Rabbi de kuluna yöneliyor. Rabbim yalnızlığımın ellerimden tutuyor camin, camiye gelen dostların, senin için bir ömür sürmüş aşıkların!
Günlerden bir gün takvime bakıp sayıyorum günleri. Eşim gideli on beş ay olmuş; hala gelmemiş. İtiraz etmiyorum Allah’ım. İtirazım nefsime, benliğime, gururuma… Sen verdiysen bu yükü, taşıyabilmem için yardım da edersin. Sen ne verirsen bir kuluna sonunu hayırlı edersin. Sonumuzu hayırlı eyle Allah’ım. Ayrılığımızı akıbetim eyleme.
Aylardan Eylül. Yaz bitti. Kış geldi. Kadınlar için kuran kursu yeniden başlıyor. Kursumuz çiçek olup yüreğimizde açıyor ve yüreğimizi mis gibi kokutuyor.
Aylardan Eylül. Eşimin sesinde tatlı bir neşe. “İşin ne zaman biter,” sorularını bırakmışım artık. Teslim olmuşum kaderime, teslim olmuşum Rabbime.
Annemlerde garip bir hal seziyorum. Çok önemli bir misafir gelecekmiş gibi durmadan hazırlık yapıyorlar. Alışveriş listesine sürekli bir şeyler ekleniyor. Evi derli toplu tutmam konusunda sıkça ikaz alıyorum. Sabah çok erken saatte kalkıp ev temizlenmeye başlanıyor. “Anne hayırdır günün falan mı var,” diye soruyorum. Muzipçe gülerek “günüm var da günü tam belli değil,” cevabını veriyor.
Camiye gitmek için hazırlanıp evden çıktığım bir gün yolda yürürken omzuma bir el dokunuyor. Sımsıcak bir el. Elin sahibinin alıp verdiği nefesi duyuyorum. Bu el, bu koku…Allah’ım yoksa O mu geldi. Eşim dönmüş olabilir mi?
Çok zamandır yuvarlanmak için fırsat bekleyen birkaç damla gözyaşım gözlerimden akıyor. Aynı el yaşlarımı siliyor. O’ndan başka kim olabilir ki? O’ndan başka kim silebilir hasretle akan yaşlarımı?
Dayanamayıp arkama dönüyorum. Karşımda duran kişi yolunu gözlediğim, hasretle beklediğim, can yoldaşım, beni en yakından bilen arkadaşım, kahramanım… Ağlayarak birbirimize sarılıyoruz.
Günlerdir annemlerdeki telaşe, eşimdeki neşenin sebebi buydu demek. Döneceği belli olmuştu da bana sürpriz yapmak istemişti demek!
El ele tutuşarak annemin evine gidiyoruz. Annem zaten kapıyı açmış, hazır halde bizi bekliyor. “Ah yavrularım! Kavuştunuz demek,” diyerek ellerini çırpıyor.
Akşam yemeğini annemlerde yedikten sonra “çayımızı evimizde içeceğiz,” diyerek izin istiyoruz annemle babamdan. Sevinçle bizi yolcu ediyorlar.
Evimize varıp da kapımızı açtığımızda evimizdeki tüm eşyaların heyecanla bize “hoş geldiniz” dediğini duyar gibi oluyorum. “Hoş bulduk,” diyorum her birine. Eşim benim bu hallerime çoktan alışmış olduğumdan sebebini sormuyor bile.
“Hadi bir çay yap da içelim,” deyince eşim cevap veriyorum. “Evde çay kalmamış ki. Bir koşu gidiver de marketler kapanmadan alıp gel,” diyorum. Çocuksu bir heyecanla markete koşuyor. Serüvenimiz böylece yeniden başlamış oluyor…