HİKAYELERİM

VERME YAZGILI

    Kocamın bana verdiği son harçlığı dayanamayıp yetim ve fakir bir talebeye verdim. Bir kez daha cebimde üç kuruş para olmadan yollarda yürüyorum; ama sanki yollar akarsu olmuş, beni bir kayığa koymuş ve suda gezintiye çıkarmışlar. Kendimi öyle hafif öyle rahatlamış hissediyorum.

   Telefonumun çalmasıyla hayallerimden uyanıyorum. “Zıırr…” Olamaz, benim adam arıyor. İçine mi doğdu yoksa yaptığım hayır! Kalbim heyecanla küt küt çarpıyor. Telaşla açıyorum telefonu.

-Alo, canım nasılsın?

-İyiyim, iyiyim karı. Bak ne diyeceğim? Ben bu akşam işten geldikten bir saat sonra zil çalacak. Hani şu çok efendi bir iş arkadaşım vardı ya. Ahmet Bey. İşte onu çaya davet ettim. Hanımıyla bize gelecekler.

“Ah benim şu adam! Bana sormadan niye milleti çağırıyorsun?” diyecek oluyor, son anda vazgeçiyorum. On yıl oldu. Öğrendim adamın huyunu. İtiraz etmeyeceksin. “Olur hayatım, buyursun gelsinler”, diyeceksin ki yumuşasın, sakinleşsin biraz. Zoraki cevap veriyorum:

-İyi iyi buyursun gelsinler.

-Gelsinler de, diyor bizimki gülerek. Akşama ne yapacaksın?

    Ah, bu soru kadar nefret ettiğim başka bir soru yok şu dünyada. “Elinin körünü,” diyeceğim olmayacak. İlk yıllar dilimi tutamayıp diyordum; ama sonra surat asmalarını, küsmelerini çekmektense dilimi tutmayı öğrendim. Dilimi tutabildiğimde meseleler kendiliğinden çözülüveriyor. Neyse…

-Ne yapayım hayatım söyle?

-Ya, kadın. Ne yaparsan yap. Hee bak üç çeşit olsun bir kere. Tatlısı tuzlusu salatası filan.

    Cebimde para yok ki. Vermişim hepsini. Kek yapsam süt gerek, un gerek. Alamam. Börek yapsam yufka gerek para yok. Tabi durumu kurtarmam gerek.

-Olur deyip telefonu kapatıyorum.

   Ben böyleyim işte. On yıllık evlilik hayatımızda adamın sevmediği tüm kötü huylarımı bıraktım. Dırdırımı,  çok uyumalarımı, takıntılarımı, çocuklara bağırmalarımı… Ne isterse çıkarttım defterden; yerine sil baştan güzel huylarımı koydum. Söylenmek yerine Allah’tan istemeyi öğrendim. Çok uyumak yerine erkenden uyumayı, çocuklara bağırmak yerine gönüllerini hoş etmeyi öğrendim. Pek de iyi oldu. Eşim beni bu güzel huylarım sayesinde pek bir sevdi. Ancak elime her para verdiğinde o parayı alıp bir fakire vermeyi bırakamadım. Eşim cömert adamdı evlendiğimizden beri. Fakiri sevindirmeyi de pek severdi; ama az verirdi. “Verdikleriyle cennete girmeyi hak etmeyiz, Allah’ı razı edemeyiz,” diye endişelenir; onun eksiğini gizli gizli vererek kapatmaya çalışırdım. Ancak o her seferinde ikaz ederdi. “Bak hanım. Bu parayı sana veriyorum. Git üstüne bayramlık al. Güzel giyin bayramda,”  derdi örneğin. Ben parayı kaptığım gibi karşıma ilk çıkan ihtiyaç sahibine verirdim. Bayramlarda eltilerim değişik değişik giyinirken ben her bayram aynı bayramlıklarımı giyerdim.

   Bu verme meselesi eşimle anlaşamadığımız tek meseleydi. Bunun haricinde güzelce geçinir giderdik.

    O gün akşama kadar evdeki iki oğlanla ilgilendim, oyunlar oynadım. Yemeklerini yedirdim. Evi elimden geldiği kadar temizledim. Akşamüzeri eşim tekrar aradı:

-Hanım, neler yaptın, diye sordu yumuşak bir sesle.

Hiç bozuntuya vermeden,

-Gelince görürsün, dedim.

  Eşim saat tam yedide zili çaldı. Kapıyı açtım ellerim titreyerek.

-Neler yaptın göster bakalım, dedi mutfağa giderken.

   Tam o sırada bizim oğlanlar atladılar babalarının kucağına.

-İnan bey çok şey yapardım da bu veletler hiç bırakmadı, deyiverdim.

    Eşim söz konusu çocuklar olunca hemen erirdi bilirdim.

-Öyle olsun, dedi başını öne eğerek.

   O akşamı gelen misafirlerle meyve, kuruyemiş türü atıştırmalar yiyerek geçirdik. Yardım ettiğim talebenin duasını almış gibiydim. Misafirler oldukça anlayışlı ve iyi niyetli insanlardı.

    Ertesi gün eşim evden çıkmadan,

-Bak hanım bu parayı da kaptırma bir fakire. Çarşıya git bir güzel giysiler al kendine. Bu bayramda çok şık olmanı istiyorum, derken elindeki parayı bana uzattı.

-Tamam, hadi görüşürüz, derken içimi şimdiden bir fakirin bana edeceği duanın serinliği kapladı. Bayrama üç gün vardı. “Fakir birine versem bu parayı kendine güzel elbiseler alsa ne iyi olur,” derken eltim Ayşe aradı. Ayşe her bayram farklı elbiseler giyinen ve bununla övünen bir eltimdi. “Bana gene ne anlatacak acaba,” diye merak ederek açtım telefonu.

-Filiz kız nasılsın?

   Bu sesi artık tanıyordum. Gene çarşıdan aldığı elbiseleri anlatacak ve aldıklarıyla havasını atacaktı. Bir anda nefsim devreye girdi. Ben, neden almayaydım? Güzel giyinmek benim de hakkım değil miydi?

-İyiyim Filiz. Mehmet giderken biraz para bıraktı da. Hazırlanıp çıkacağım. Kendime biraz üst baş alacağım bayramda giymek için.

Tam da havasını atacakken tutulup kaldı sanki. Duraksadı biraz. Sonra zoraki gülümseyerek:

-Tabi tabi. Al canım. Güzel giyinmek senin de hakkın.

   Oysa az önce fakirlerin kokusunu çekmiştim sanki ciğerlerime. Birilerini sevindirecek olma düşüncesiyle neşelenmiştim. Evliliğimizi ayakta tutan bu neşeydi belki de. Bu neşeydi eşimle aramızdaki sevgiyi ilk günkü gibi canlı tutan kim bilir? Ama unutuvermiştim bir anda. Gururuma yenik düşüvermiştim.

   Bir saat sonra kendimi çarşıda buldum. Aman Allah’ım çarşı ne kadar da kalabalık ve sıkıcıydı. Oysa elimdeki bu parayı vermek vardı bir fakire. Çocuk gibi sevinç içinde dolmak vardı bir garibanı sevindirmenin sevinciyle.

    Hâlbuki şimdi burada, bu insan selinin arasında ne kadar da yalnızdım. Anladım. Asıl garibanlar, vermeyi bilmeyenlerdi. Vermeden bir insan gerçek manada mutlu olamaz, Rabbine yakınlık kuramazdı.

    Kararsız kalarak kendime etek, başörtüsü ve çanta aldım. Cebimdeki tüm  para bitmişti. Keyifsiz bir şekilde evimin yolunu tuttum. Yolda karşı komşum Emine ablaya rastladım. Selam sabahtan sonra:

-Biliyor musun Filiz, dedi Emine abla.

-Tanıdığım bir kadın var. Öyle fakir ki! Bu sene ona etek, başörtüsü falan alıp versek keşke ne güzel olurdu değil mi?

   Ürperdim birden. Elimdeki poşetlerden fakir bir kadının dualarını duyar gibi oldum. Gözlerim yaşardı; ama bu yaşlar kalbime aktı da kalbim ferahladı. Hiç düşünmeden uzattım elimdeki poşetleri:

-Al bunları Emine abla. Ver o kadıncağıza sevinsin garip.

  Tam o anda telefonum çalmaya başladı. Eltim Ayşe arıyordu. “Neler aldığımı merak etmiş olmalı,” diyerek cevap vermedim aramaya. Telefonun sesini değil yüreğimin sesini dinledim.

   Sarıldık Emine ablayla birbirimize. Yolda evime doğru yürürken bayramın anlamını düşündüm. Bayram gariplere gelmiş olmalıydı. Düşkünlere, sıkıntı çekenlere bayram olmalıydı ki bayramın tadı olsun diye düşündüm.

   Evime girmek üzereyken zilim çaldı. Gelen eşimdi. “Eyvah,”  diye geçirdim içimden. “Gene fırçayı çekecek, beni azarlayacak,” diye endişe etmeye başladım.

   Eşimin eve girerken çok tatlı bir hali vardı. On yıldır ilk defa verdiği paranın hesabını sormadan başladı anlatmaya:

-Filiz ne oldu bir bilsen!  Bugün işten erken çıkıp kendime bayramlık almaya çarşıya indim. Çok güzel bir pantolon ile gömlek almış eve doğru ilerlerken biri çıktı karşıma. Geçtiğimiz sene işsiz kalan arkadaşım Halil’di. Utanmadan kendime aldığım giysilerden bahsettim ona. Boynunu bükerek:

-Abi, dedi. Ben de bizim oğlana pantolon gömlek alacaktım ama elde üç kuruş yok ki.

-Benim bedenim oğluna uyar mı, diye sordum hiç düşünmeden.

Gözleri parlayarak aldıklarımı inceledi.

-Olur abi uyar bunlar benim oğluma, dedi heyecanla elleri titrerken…

  Verdim Filiz aldıklarımı Halil abiye. Verdikten sonra ise hafiflediğimi hissettim. Meğer bu zamana kadar aldıklarımı hep yük etmişim kendime. Boşuna yormuşum yüreğimi.

   Tebessüm ederek sarıldım eşime. Demek on yıldır çektiğim çileye değmişti. Elindekileri verince kalplerimiz birbirine on yıldır ilk defa bu kadar değmişti.

-Filiz, beni de benzettin kendine, derken telefonum tekrar çaldı. Arayan eltim Ayşe’ydi. Açmadım. Ne de olsa dayanamayıp elimdekileri verdiğimi bayram günü anlayacaktı…

Please follow and like us:

Bunlar da hoşunuza gidebilir...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir