HİKAYELERİM

ELALEM NE DER?

Gökyüzünün bulut yüklü olduğu güne, güneş daha doğmadan uyandım. Eşim benden önce kalkmış, salonda gireceği dersin sınavına çalışıyordu. Eşim mastırını yapıyordu; ancak çocuktu, işti, evin işleriydi derken derslerini son akşama bırakıyordu. Aklıma odasında uyumakta olan kızım geldi. Kızım, benim hayat kaynağım; kızım, benim en eğlenceli yanımdı.

   Merakla odasına gittiğimde keyif içinde uyuduğunu gördüm. O uyanmadan önce eşimle biraz sohbet etmek istedim. Ah, bu ben! Ah, her şeyden önce kendini rahatlatmaya çalışan ben! Salona gittiğimde eşim işini son ana bırakmış olmanın endişesiyle ders çalışmaktaydı.

-Ah, gene son akşama bıraktın değil mi derslerini!

   Eşim başını dersten kaldırıp kızgınca yüzüme baktı.  Bakışlarıyla “Sanki keyfime bıraktım. Hep seninle, kızınla uğraştım,” der gibiydi.

   Bir anda aklıma komşu kadının bir gün önceki daveti geldi. Komşumuz Hatice Teyze apartmanda pek sevilirdi. Apartmanımıza bir ay önce taşınmış bir bayanın yeni doğan bebeğine hayırlı olsuna gideceklerdi ve beni de davet etmişlerdi. Eşimin yaşadığı stresi umursamamış gibi anlatmaya başladım.

-Canım, hani bir komşu kadın doğum yapmıştı ya!

   Eşim sinirli sinirli yüzüme baktı. Kadınlarla ilgili meseleleri ona anlatmamı pek sevmezdi. Gene de anlatmaya devam ettim.

-Hatice teyze  “Melisa’ya bebek görmeye gideceğiz. İstersen sen de gel,” dedi.

   Eşim ses tonumdan kendisine önemli bir şeyler söylemeye çalıştığımı sezmiş olacak tüm endişelerinden sıyrılıp beni dinlemeye verdi kendini.

-Komşular bebek görmeye gidecekmiş; ama ben gitmeye korkuyorum, dedim.

   Eşim merakla sordu:

-Neyden korkuyorsun?

   Duraksadım bir an. Anne olduğumdan beri kadınları tanıyamaz olmuştum. İlk zamanlar gittiğim oturmalarda çocuğumu her ağladığında kucaklamama kızmışlardı. Derken, kızım büyümüş iki yaşına gelmişti ve resim çizmeye bayılıyordu. Bu sefer de kızımın elindeki kalemle mobilyaları çizmesinden endişe ediyorlardı. Kızım resmi bırakmış körebe ve saklambaç gibi oyunları oynar hale gelince “sen hiç bizimle oturmuyorsun, biz yokmuşuz gibi davranıyorsun,”  diye çıkışıyorlardı. Aynı kadınlar rahat oturabilme uğruna çocuklarıyla oynamak yerine çocuklarının ellerine tabletleri tutuşturuyor ve evlerinde ne kadar çok temizlik yaptıklarını birbirlerine anlatırken, çaylarını yudumluyorlardı. Kendimi toparlayıp eşime anlatmaya başladım:

-Şimdi herkes süslenip püslenip inecek komşuya.

   Süslenmeye karşı değildim ancak ruhu süslemek çok daha önemliydi. Eşim omuzlarını silkerek:

-Sen de süslen o zaman, dedi.

   Ben anlatmaya devam ettim.

-Kızımız Rana’nın canı sıkılacak; ama oyun oynayacak çocuk bulamayacak yanında.

   Eşim hayretle sordu:

-Komşuların çocukları yok mu onlarla oynasın?

-Çocuklar ses çıkarmasın diye ellerinde tabletle geliyorlar canım oturmaya. Çocuklar başka dünyalara dalarken onlar rahat rahat evlerini nasıl temizlediklerini, sabahlara kadar süren ütülerini ve günlerde nasıl on çeşit pasta yaptıklarını anlatıyorlar.

   Eşim muzipçe gülümsedi. Hamarat kadınları kıskandığımı sanmıştı sanırım. Ben pek ütü yapamazdım, yaptığım yemekler iki çeşidi geçmezdi ve evimizi eşimin yardımı olmadan temizleyemezdim. Benim oyun delisi beş yaşında bir kızım vardı çünkü. Bütün günü onunla oyun oynamaya göre programlardım. Sabah kızımla hamurlardan şekiller, canımız sıkılınca ise parkta kum kovasıyla kumdan kuleler yapardık. Eve gelip üstümüzü değiştirdikten sonra kızım tahtalardan bir dünya kurmaya çalışırken ben yemeği yapardım. Acıkınca karnımızı doyurur, eşim işten gelene kadar da oyunlara devam ederdik.

   Ben hayatımı kızımla oyun oynamaya göre programladığım için çok mutluydum, hareketli, neşeli ve enerjiktim. Komşu kadınlar ise deli gibi temizlik yapmaktan bitkin düşer, üstüne üstlük çocuklarının şımarıklığından şikâyet ederlerdi. Bana göre annelik, ev hanımlığından önde gelirdi. Oyundan vakit bulabilirsem ev işi yapar;  bulamasam da hafta sonu gelince eşimle ve kızımın tatlı yardımlarıyla evi temizlerdim.

   Bizim evimizde duvarlar, halılar, koltuklar, sandalyeler hep kızımın resimleriyle süslenmişti. Oysa komşularım en ufak bir çiziği mesele eder, çocuklarını bilgisayarın dar dünyasına hapsederlerdi. Oysa çocuk demek özgürlük demekti. Annelik denen şey çocuğu eğitmekten çok çocukla birlikte eğlenmekti. İnsanların bir avuç toprak uğruna acımadan birbirlerini öldürdükleri şu yalan dünyada çocukla çocuk olmak yapılası en güzel şeydi.

  Eşimin sesiyle kendime geldim.

-Olsun sen gene de git. Uzak kalma insanlardan.

  İnsanlar kendilerinden uzak kalmışlardı aslında. Allah bize evlatlarımızı sanki zedelenen ruh dünyamıza dönmemiz, hayattan lezzet almamız için vermişti; ama biz onları teknolojinin kirli ellerine emanet edip gene o sıkıcı yetişkin dünyamıza geri dönmeyi tercih etmiştik.

   Eşim aceleyle sınava gireceği okuluna gitmek üzere evden çıkarken, ben radyodan açtığım şarkılar eşliğinde işe koyuldum. Ben evi toparlarken kızım uyandı. Hiç istemeyerek de olsa süslendim, kızımı giydirdim. Öğleden sonra yanımıza bir torba dolusu oyuncak ve bebek görme hediyemizi de alıp Melisa Hanım’ın zilini çaldık.

   Kapı kahkaha sesleri eşliğinde açıldı. “Çok komik şeyler konuşuluyor olmalı,” diye içimden geçirdim. Melisa hanım, tatlı bir tebessümle “hoş geldiniz,”  dedi. İçim aydınlandı. Kızımı da alarak salona girdim. Komşu kadınlar “hoş geldin Fatma,” diyerek beni selamladı. Önce hepsinin yüzüne baktım. Kiminin üzerinde tüllü elbiseler, kiminin üzerinde alaca renkli etekler vardı ki bu kıyafetlerle mümkün değil çocuklarla rahat oyun oynanmazdı. Sevgili komşularımın çoğu yüksek topuklu terlik giymişlerdi;  ama benim anlayamadığım bu topukluları giyen bir kadın çocuğunun peşinden koşamazdı. Zaten etrafta koşan ve “anne, ne olur oyun oynayalım,” diye yalvaran çocuklar da gözükmüyordu.

   Kızımın  “anne, hadi oyun oynayalım,”  diye çekiştirmeleri eşliğinde “çocuklar nerde,” diye sordum komşulara merak içinde.

-İçerde oyun oynuyorlar, dediler tebessüm ederek.

   Vay be!  Demek çocukların oyun oynamasına, etrafı dağıtmasına izin verilen bir eve gelmişim diye sevinç içinde yürüdük kızımla çocukların oyun oynadığı odaya. Odaya girdiğimde yanıldığımı anladım. Her bir çocuğun elinde birer tablet vardı ve kendilerinden geçmiş gibi oyun oynuyorlardı. Kızım meraklı meraklı tabletlere yönelince çocuklara seslendim.

-Çocuklar var mısınız hep birlikte oyun oynamaya?

   Kafalarını kaldırıp bakmadılar bile. Üzüldüm hallerine. Esen bahar rüzgârına aldırış etmeden kış uykusuna yatan canlıları andırdılar gözüme. Derken Melisa yanıma geldi.

-Fatma abla, gelsene. Biz çay içiyoruz, dedi.

-Melisa, kızım oyun oynamak istiyor, dedi beni anlar umuduyla.

Melisa:

-Onun tableti yok sanırım abla. Ben kızına bizim evdeki tableti vereyim. Gel sen yanımıza, dedi.

   Kızımın bir anda gözleri parladı. Gerçekten de parlak bir fikirdi. Ama nasıl olurdu? İki cümle konuşma uğruna kızımın yaşam enerjisini nasıl elinden alırdım!

-Sağ olasın Melisa, ben kızıma oyuncak getirmiştim zaten, diyerek kızımla salona gittim.

   Kızım, bir anlık oyuncaklarına daladursun ben çayımdan yudumlayıp tatlıdan yemeye başladım. İşte bu kadardı. Benim çocuğum öyle diğer çocuklar gibi değildi. Oturmalarda güzel güzel oyuncaklarıyla oynardı. İçimden geçenleri duymuşçasına Hatice teyze:

-Fatma, ne güzel senin çocuk uslu uslu oturuyor. Seni de hiç yormuyor. Benim çocuklar da böyle olsa hiç eline tablet verir miydim, dedi.

   Bir kahraman edasıyla gülümsedim. Komşuların diğer övgüleriyle ağzım kulaklarıma varmışken kızımın yanımdan ayrılıp Melisa’nın vitrinini açtığını ve içinden çıkardığı cam bir eşyayı incelemeye koyulduğunu fark etmemişim. Melisa’nın bastırmaya çalıştığı çığlığıyla kendime geldim:

-Ay olamaz! Eşimin bana İngiltere’den getirdiği vazoyu eline almış senin kız!

   Telaşla Melisa’nın sözünü ettiği vazoya baktım. Gerçekten de kızım değerli gözüken bir vazoyu almış; merak içinde incelemeye koyulmuştu. Aslında diğer odadaki çocukların ellerindeki tabletle merak ettikleri her sitede gezinmeleri çok daha tehlikeliydi. Çünkü tablet ellerindeyken annelerinden habersiz en safi duygu ve düşünceleri zarar görebilirdi ve sonradan bu zararın telafisi çok zor olurdu. Oysa bir vazo çocuğun elinden en kötü ihtimalle yere düşer ve kırılırdı. Vazonun yerine yenisi alınırdı ve yerler süpürülürdü, işte o kadar!

   Melisa’nın çığlıkları eşliğinde kızım panik yaparak vazoyu yere fırlattı. Ne var ki komşulardan biri atik davrandı ve vazoyu kurtardı. Kızım ağlamaya başlayınca komşular yavaştan beni eleştirmeye başladılar:

-Çocuğu gözünün önünden ayırmamalısın Fatma.

-Ay yok, benim çocuk yaramazdır ama. Bu çocuk kadar eşyalara zarar verecek cinsten de değil, dedi ve evde koyduğu kurallar sayesinde hiçbir eşyanın yerinden bile oynamadığını anlattı.

   Kızımın ağlamaları dinmek bilmiyordu. İzin isteyerek bebek görme mahallinden kızımı alarak ayrıldım. Kızımla birlikte birazcık ferahlamak için apartmanımızın bahçesine çıktık. Bahçenin tam ortasına garip bir şekilde değişik şekillerde taşlar bırakılmıştı. Hem de attığında kırılmayan taşlar, çocuğun ruhunu zedelemeyen taşlar. Oracıkta kızıma beş taş oyununu anlattım. Sıkılacak olursa yerden yüksek ya da kim daha hızlı koşar oyunları da oynardık. Oynarken anlaşamayabilirdik, yere düşüp dizlerimizi kanatabilirdik; ama biz pes etmeden tüm oyunların içinde yaşamın iyi kötü taraflarını öğrenirdik.

   Kızım ve ben oynadığımız oyunların arasında yaşamın güzelliğini duyumsarken eşimin seslenişiyle kendimize geldik. Eşim neşeyle bize gülümserken:

-Hey, canlarım benim. Bugünkü sınavım çok güzel geçti, dedi.

   Kızım, eşimin kucağında ve kalplerimiz huzur dolu olarak evimize girdik. Eve vardığımız anda gökyüzü yağmur yüklü bulutları toprağa bırakıyordu. Hayatımız da evimizin bahçesi gibi toprak kokuyor; tüm güzellikleri sinesinde barındırıyordu…

Please follow and like us:

Bunlar da hoşunuza gidebilir...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir