Umut Esen Akademi’de Coc – Koçluk Deneyim Kulübü Ağustos ayında başladı. Akademi kendi bünyesinde, aynı dönemde ders almamış olan dostlarını birbiriyle eşleştirdi ve herkesin mail adresine koçluk yapacağı ve koçluk alacağı kişilerin iletişim bilgileri gönderildi.
Bu ayki koçum bana her hafta “bu hafta gündemin ne Esracığım,” ya da “bugün benimle ne konuşmak istersin,” gibi anlamlı bir soru soruyor. Ben, bu sorunun cevabını verdiğim andan itibaren heyecanlı bir gezinin içinde meraklı bir turist misali kalbimin köşelerinin içinden şu sorunun cevabını arıyorum: “Peki bugün ne olursa gündeminle ilgili ulaşmak istediğin noktaya varmış sayılacaksın?”
“Ne olursa?” “Hangi adımları atarsam?” Hay Allah! Ne heyecanlı bir gezi bu! Ne olur bu gezi hiç bitmesin derken koçluk seansının bitiş düdüğü çalıyor.
Lütfen biri bana çimdik atsın! “Bitmedi görüşme, sen konuşmaya devam et,” desin birisi. Olmuyor tabi. Görüşmeyi sonlandırarak o enfes diyarlardan evime geri dönüveriyorum bir tıkla.
Koçum benimle görüşmeden sonra hayatına kaldığı yerden devam ediyorsa da ben devam edemiyorum. Hayatım aynı hayat değil ki artık. Onca soru ve bu sorulara bulduğum cevaplar sayesinde yepyeni kazanımlar edindim ben. Bu kazanımlarım cebimdeyken nasıl az önceki hayatıma bıraktığım yerden devam edebilirim ki…
Görüşme bittiyse de asıl görüşme başlıyor içimde. Asıl sorular benim kendi içimde. O halde ne yapmalı nereden başlamalı derken günler geçiyor.
Günlerin geçmesi içimde yepyeni bir telaş doğuruyor: Önümüzdeki hafta gündemim ne olacak?
Hımmm! Nerde eksiğim var benim, ya da fazlam.
Bir doktor edasıyla incelemeye başlıyorum duygularımı. Bazı durumlarda sinirden deliye dönüyorum. Öfkelenen, nereye çatacağını bilemeyen birine dönüşüyorum.
Hiç olmadık bir söz, bir bakış beni üzmeye yetiyor. Sevinçlerim kısalıp, hüzünlerim artıveriyorum birden.
Davranışlarıma bakıyorum. Öylesine söylenmiş bir cümle yaralayınca beni , kendimi savunmaya geçiyorum: “Sen öyle zannediyorsun;ama ben aslında öyle değilim,” anlamına gelen cümleler zırvalıyorum birilerine.
Komşuma, eşime, kızıma yersiz çıkıştığım zamanlar oluyor. Tüm insanlar tek bir dilden “heyy, ne oluyorsun, bizim de derdimiz var,” diye üstüme geliyor sanki böyle zamanlarda.
O anda aklıma Hekimoğlu İsmail’in kitaplarından birinin başlığı geliyor : “DERDİMİ SEVİYORUM!” Tabi ya. Nasıl oldu da düşünemedim. Az önce sözünü ettiğim duygu ve düşüncelerimin hepsinde bir gündem saklı aslında ve ben, bu gündemlerin hepsini de seviyorum.
Neden mi? İnsan neden derdini severse işte o yüzden. Şöyle anlatayım ya da. Bu gündemlerin hepsinin ardında bir dert saklı aslında. Benim derdim. Benim öfkelerim, kırgınlıklarım, içinden çıkamadığım saplantılı düşüncelerim. Yani her bir gündem benden bir parça barındırıyor aslında içinde. Kişiliğimin minik parçaları… Parçanın kimi mükemmeliyetçi yanım, kimi aşırı kırılgan yanım, kimiyse telaşlı yanım.
Bir yapbozu ortaya çıkartmak istercesine parçaları biraraya getirdiğimde ortaya bir insan resmi çıkıyor. Dur bakayım! Bu resim; ama nasıl olur? Bu, bu; benim aynada her gün gördüğüm insanın resmi.
Evettt. Bu resim benim resmim. Her halimle, her zayıflığımla, her kusurumla benim resmim çizilmiş bu yapbozda.
Kişiliğimin bir yanını temsil ettiğine göre, her bir gündem, çok kıymetli öyleyse. Birini çıkartırsak resim bozulduğuna göre hiçbir parçayı unutmadan bir yerlerde dile gelmeli. Anlatmalı koçuma veya gelecek ay koçum olacak kimseye.
“Ben var ya ben, şu görünenimin ardında, bir bilsen neler saklıyorum ben,” diyerek söze başlamalı ve yelken açmalı yepyeni dünyalara koçumun sorduğu herbir soruyla. Vereceğim herbir cevapla yepyeni bir beni inşa etmenin derdine girmeli…
Her yeni güne fırından yeni çıkmış ekmekten bir parça koparmaya koşar gibi koşmalıyım o halde. Yepyeni bir gündem bulacak olmanın heyecanıyla koşmalıyım gönül fırınıma.
“Fırıncı, yeni çıkan şu sımsıcak ekmeği verir misin?” dercesine sevinçle uzatmalıyım benliğimi yepyeni bir gündemin en sıcak kısmına….