Bir varmış, bir yokmuş! Türkiye gibi efsanelere konu olan bir ülkenin kalbi olan bir şehirde, bir kadının bir kız çocuğu olmuş. Kızının doğumu kadının kalbinde öyle büyük bir neşe ile karşılanmış ki bunu gören adam, kızının ismini “müjdeli haber” anlamına gelen bir isim koymuş.
Evladı altı aylık olduğunda kadın, kızının önüne bir tas çorba koymuş ve kızının eline çorba dolu kaşığı uzatmış. Uzatmış ki kızının eli kaşığa alışsın. Uzatmış ki kızı daha şimdiden kaşıktan korkmasın. Eh, ama tabi, eli kaşığa dokunan çocuk kaşığı kaptığı gibi tersine çevirmiş. Çorba önce yere, ardından kızın üzerine dökülmüş.
Kadıncağız, yeni anne olmanın verdiği heyecanla çocuğunun üzerine çorba dökmesine aldırış etmeden aylarca kızının eline mama kaşığını vermeye devam etmiş. Döküp saçması panikle karşılanmayan çocuk, her çocuk gibi, özgürce kaşık tutmayı ve yemeğini sakince yemeyi kolaylıkla öğrenmiş.
Günlerden bir gün, çiçeği burnunda anne olan kadın içinden gelen “gitme sakın,” sesini duymamaya çalışarak komşu oturmasında bulmuş kendini. Kızı yemeğini yerken üzerini batırmasına rağmen sırf kızı o anda istemediği için üzerini kirli bırakan kadın ayıplanmış. O günden sonra lekeli kıyafet giymesine izin verdiği için garipsenen kadın, kalbindeki kırgınlıkla hayatına kızının ellerinden tutarak devam etmiş. Makaleler yazmaktan zevk alan kadın, elinde kalem tutarken, aynı kalemin yavrusunun ellerine de çok yakışacağını düşünmüş ve kızının eline kalem vermiş. Eline kalem alan çocuk, etrafta bulduğu kağıtlardan birine bir çizgi çekince annesinin beyninde şimşekler çakmış. “Tabii, ya. Neden olmasınmış?” Eğer gayret edince, çizgiler, yuvarlaklara neden dönüşemesinmiş.
O günden sonra annemiz çizgilerden şekillere dönüştürünce hem kağıtları, hem de duvara astığı kartonların üstünü kızı da ona eşlik etmeye başlamış. Zaman içinde bir tek çizgiyle başlayan masalımız, evin halılarında, duvarlarında çizilen değişik saç modellerindeki kızlarla devam etmiş.
Anne-kız böylesi güzel bir masala ortak olurken baba hiç boş durur mu? O da eşinin ve kızının dünyasını süslemek istercesine envai çeşit boyalarla doldurunca kucağını olanlar olmuş… Eline boya kalemi alan herkesin üstü başı batmaya ve lekelerle dolmaya başlamış.
Evin önce annesi, sonra kalbi olan kadın bir gün adı Şermin olan bir kadının “Oyuncu Anne” isimli kitabında şu cümleye rastlamış:
“Kıyafetlerin üzerindeki lekeler, aslında birlikte geçirdiğimiz zamanın izleridir. Ve ne güzeldir ki birlikte oynanan bir oyunun, çocuğun ruhunda bıraktığı izleri hiçbir leke çıkarıcı silemeyecektir…”
Bu cümleleri okuyan anne, artık çıkmayan lekeler yüzünden utançla başını öne eğmek yerine başını dimdik tutmayı öğrenmiş; çünkü anlamış ki kıyafetlerin üzerindeki lekeler aslında çocuğuyla geçirdiği güzel anların ve bu anları müjdeleyen büyük yeteneklerin habercisiymiş…
Tıpkı, güzel yavrusunun büyük müjdelerin habercisi olduğu gibi…
Tıpkı, anne olduktan sonra çocukluğunu yeniden yaşama fırsatı bulan kalbinin baharın habercisi olduğu gibi…